Dünyamızın kanayan yarası: Mülteciler
Günümüz dünyasında savaş, terör, doğal felaketler, açlık ve siyasi baskılar nedeniyle 75 milyon insan yurtlarını terkederek sonu belirsiz bir yolculuğa çıkmışlardır. Mültecilerin büyük bir çoğunluğu gittikleri ülkelerde ucuz işgücü olarak çalışmakta ya da mülteci kamplarında zor koşullarda; yokluk ve sefalet içinde yaşamlarını sürdürmektedir.
Mülteci sorununu yaratanlar; yüz yıllardır mazlum ülkelerin zenginlik kaynaklarını sömüren ve bunu sürdürmek için gittikleri her yerde etnik ve dini farklılıkları kaşıyarak iç çatışmalar çıkaran emperyalist çevreler ve onların yerli işbirlikçileridir. Batılı emperyalist ülkeler, yarattıkları mülteci sorununu çözmek yerine, verdiklerinden pay isteyen mültecileri topraklarına sokmamak ve gelmiş olanları ise bir an önce ülkelerine geri göndermek için her yolu denemektedirler. Yoksul ülkeler ise yaşadıkları büyük sıkıntılara rağmen göçmenlere kucak açmakta ve ekmeklerini paylaşmaktadır. Bugün Lübnan’da bir milyon, Türkiye’de beş milyona yakın mülteci vardır.
Mültecilerin bir kısmı büyük tehlikeleri göze alarak lastik botlarla, ölüm tacirlerinin kırık dökük tekne ve gemileriyle Avrupa’ya varmak umuduyla yola çıkmaktadır. Son beş yıl içinde Libya’dan İtalya’ya ulaşmak isteyen 22 bin mülteci Akdeniz’in tuzlu, köpüklü sularında can vermiştir. Avrupa limanlarına ulaşmayı başaran mülteciler ise, bulundukları gemilerde, kendilerini bir Avrupa ülkesinin kabul etmesini beklemektedir. Ne yazık ki Birleşmiş Milletler ve insanlık bu trajediye seyirci kalmaktadır.
DÜNYANIN BİR YERİNDE RAHATSIZLIK VARSA…
Farklı kültürlerden gelen mülteciler, geldikleri ülkelerde çeşitli uyum zorlukları yaşamakta, ucuz işgücü oldukları için yerli halkta işyerini kaybetme korkusu yaratmakta ve kimi zaman güvenlik tehdidi oluşturmaktadır. Sağ popülist politikacılar bu durumu seçimlerde malzeme olarak kullandığı için Almanya, Fransa, İtalya, Avusturya, Macaristan ve Hollanda gibi Avrupa ülkelerinde ırkçılık, Müslüman ve yabancı düşmanlığı artmakta, aşırı sağ partiler giderek güç kazanmaktadır.
Sorunun çözümü, dünyanın her tarafında barış ve istikrarın sağlanması; sömürünün son bulması, demokrasinin ve insan haklarının gerçekleşmesi, eşit ve adil bir düzenin kurulması ile mümkündür. Ancak bu şekilde herkes kendi ülkesinde barış ve mutluluk içinde yaşamlarını sürdürebilir. Bu idealin gerçekleşmesi için dünyanın mazlum, barışsever ülkeleri ve insanları elele vermek zorundadır. Geleceği gören büyük Atatürk bu konuda insanlığa yol göstermektedir:
“Bugün bütün dünya ulusları aşağı yukarı akraba olmuşlardır ve olmak uğraşı içindedirler. Bu bakımdan, insan bağlı bulunduğu ulusun varlığını ve mutluluğunu düşündüğü denli, bütün evren uluslarının dirlik ve gönencini düşünmeli ve kendi ulusunun mutluluğuna ne denli değer veriyorsa bütün dünya uluslarının mutluluğuna hizmet etmeye elinden geldiğince çalışmalıdır.
…”Dünyanın filan yerinde bir rahatsızlık varsa bana ne?” dememeliyiz. Böyle bir rahatsızlık varsa tıpkı kendi aramızda olmuş gibi onunla ilgilenmeliyiz. Olay ne denli uzak olursa olsun bu ilkeden şaşmamak gerekir. İşte bu düşünüş, insanları, ulusları ve hükümetleri bencillikten kurtarır. Bencillik kişisel olsun, ulusal olsun her zaman kötü olarak anlaşılmalıdır.
…Dünya yurttaşları, kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak yolda eğitilmelidir.”
AVRUPA, UYGARLIK VE HÜMANİZMA
Bundan iki yıl önce bir kafede otururken radyodan, İtalya açıklarında mültecileri taşıyan bir geminin battığını, kadın, çocuk ve gençlerden oluşan çok sayıda mültecinin boğulduğunu duyunca yüreğim sızladı. Kafenin bahçesinde kendi aralarında sohbet eden yaşlı üç Alman’a;
“Duydunuz mu, az önce Akdeniz’de 850 mülteci boğulmuş!..” diye seslendim.
Onlar da mutlaka benim gibi üzülecek, olayın nedenleri hakkında kafa yoracaklardı. Üçü birden ağız birliği etmişcesine:
“Ama bin tanesi de kıyıya çıkmıştır. Bıktık bu yabancılardan!” demesinler mi?
Aman Tanrım!.. Ben nerede ve hangi dünyada yaşıyordum? Bir insan nasıl bu kadar duygusuz ve merhametsiz olabilirdi? Oysa bu yaşlıların da çocukları, torunları vardı.
Bu adamlar yaşları itibarıyla Hitler dönemini ve 2. Dünya Savaşı’nı görmüşlerdi. İşte bu kafadakiler, insanları fırınlarda yakmış, gaz odalarında zehirlemiş ve acımadan kurşuna dizmişlerdi. Almanya’da böyle düşünen insanların sayısı gittikçe artıyordu.
Avrupa, uygarlık, hümanizma mı dediniz?