Haberler

Yol Ayrımı- Ali Yağız

Vaktiyle Türkiye’den, ağılıklı olarak da 30 Ekim 1961’de imzalanan ‘işgücü anlaşması’ sonrası Batı Avrupa’nın çeşitli ülkelerine ‘misafir işçi’ sıfatıyla gidenler, geçen zaman içinde misafirlikten çıkıp, göçmen sıfatıyla gittikleri ülkelerin yeni yerlileri oldular.

İlk gidenlerden çok az bir kısmının dönmesine karşın büyük bir ekseriyetin çocukları, torunları şimdilerde bulundukları ülkelerde yerleşik düzenin birer üyesi olarak hayatın her alanında kendilerini hissettirir durumdalar.

Bir yandan bulundukları ülkelerin kalkınmasına katkı sunarken, diğer yandan kendi kültürel kimliklerini sürdürme mücadelesi veren Türk toplumu, dünyada 10. büyük diaspora konumunda. Yoğunluğuna paralel olarak kendisinden en fazla söz ettiren ise Almanya’daki grup.

Kahir ekseriyetinin Batı Avrupa’da mukim olduğu altı milyonu aşkın insanımızın geleceği konusunda kafa yoranlar; onların geçmişi, mevcut konumları ve özellikle de gelecekleriyle alakalı görüşler serdenler arasına son dönemler akademik kimlikler de katılır oldu. Hülasa 60’lı yılların ‘işçi göçü’ bilimsel araştırmalara da konu olmaya başladı.

Konunun uzmanı konumundaki araştırmacılar genelde istatistiki bilgiler ve gözlemler sonucu görüş serdederler ki, bu alanda yapılan her bir çalışma önemli ve kıymetlidir. Ancak evin içini evde yaşayanların daha farklı bir açıdan tarif etmeleri de eşyanın tabiatına aykırı düşmez. Zira onlardır evi inşa eden, onlardır içinde yaşayan ve onlar olacaktır -çökmesi halinde- evin altında kalacak olanlar.

Yarım asra yakındır o evde yaşayan birisi olarak özetlemem gerekirse; meseleye sadece maddi açıdan bakmak belki dünün ve bugünün tahlil ve tarifine uygunluk arz eder; ancak yarının tahlil ve tahmininde büyük ölçüde yanılgıya düşülür. Batı Avrupa’daki insanımızın -çeyrek asır öncesine nazaran refah düzeyi gitgide düşmesine rağmen- belli bir yaşam kalitesini yakalamış olmasına karşın, manevi bakımdan tarifi mümkün olmayacak derecede bir kayıbın artık kıyısında değil, içinde olduğunu belirtme durumdayız.

Fazla söze hacet yok; sadece üçüncü ve dördüncü kuşak genç ve çocuklarımızın hangi dilde ailesi ve çevresiyle iletişim kurduklarına, rüyalarını hangi dilde gördüklerine ve mesela hangi tür müziği dinlediklerine bakmak yeter ve artar bile. Her fırsatta dile getirmeye çalıştığımız bu üç konuda da ebeveynleri Türk olan gençlerin ve çocukların kahir ekseriyetinin Türkçe yerine içinde yaşadıkları ülke dillerini (Almanca, Fransızca gibi..) kullandıklarına şahit oluyoruz. Özetlelemek gerekirse; dede ile torun kendi anadilinde anlaşamaz halde!

Bu durum aslında kültürel anlamda bir kırılmanın yaşandığına işaret eder ki, ilk etapta tedbiri alması gerekenler, yukarıda da vurgulamaya çalıştığımız ‘evin altında kalacak olanlar’dır.

Yeri gelmişken arz edelim; bir ‘yaşam biçimi’ olarak tarif edebileceğimiz kültürümüzün genç kuşaklara aktarılması anlamında -mesela Almanya’da- gayret sarf eden, Türkçe eserler üreten Ozan Yusuf Polatoğlu, Mahmut Aşkar, Mevlür Asar, Halil Gülel, Kazım Birlik ve Ahmet Baydaroğlu gibi dereğerlerimiz var. Ne var ki; çocuklarımız ve gençlerimiz bu ve benzeri değerlerimizden uzak yaşıyorlar ve yetişiyorlar. Bunun sorumlusu, ne gençlermiz ve ne de çocuklarımız; bilakis başta ebeveynlerimiz olmak üzere, kendilerini bu konularda etkili ve yetkili adeden dernek, cemmiyet ve çatı kuruluşlarımız yani bizleriz.

Hülasa; Yunus Emre’yi, Hacı Bektaş-i Veli’yi, Mevlana`yı, Karacaoğlan`ı, Aşık Veysel’i, Reyhani’yi, Neşet Ertaş’ı… genç kuşaklarımıza ancak bu değerlerlerimiz vasıtasıyla tanıştırabiliriz.

Zaman zaman yazılı ve görsel basında bu konularla alakalı gayretlerinden bahsederek görüş serdeden dernek ve çatı kuruluşu başkanlarına rastlamıyor değiliz. Bunlar güzel şeyler ancak merhum bir siyasinin ifadesiyle ‘lafla da peynir gemisi yürümüyor’ maalesef. Mesela, yıllardır THM dalında Avrupa’daki insanımızın gözü, kulağı konumundaki Kanal Avrupa televiziyonunda türkülerimizi dillendiren, bu sayede kültürel katkı sunmaya çalışan Ahmet Baydaroğlu kardeşimize destek neden esirgenir!?

Unutmayalım ki, maddi anlamda kaybedenler, yeniden kazanabilirler, bunun bir geriye dönüşü bugün olmazsa yarın olabilir, olur ama maddi ve manevi değerler bütünü olarak gördüğümüz kültürün kaybolması halinde, geriye dönüş olmaz! Bir yol ayrımıdır adeta ve bizler de bu yolun yolcusu durumundayız. Kendi elimizle kendi evlatlarımızın kaybolmasına sadece seyirci kalırız ki; bu, onların kimliklerini de kaybetmeleri anlamına gelir! Ve bunun bedeli de çok ağır olur.

Peki, ne diyordu merhum Aliya İzzet Begoviç: “Kimliği kaybetmenin bedeli köleliktir.”

Ali Yağız

Grafikartplus Ajans

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu