susuyordu aşk
ruhu buruşuk bir şehir düşün:
göğünün altında kalbimin günbatımı,
alnında tarlalar, fabrikalar,
bağırsaklarında tenya
sokaklarında anason kokusu ve plastik aşk…
yüzü şarka dönük ve
terli çarşaflarına
kanaviçe gibi uzanan denizinde sakallarını kurutan
ve terkilerinde derisi yüzülmüş yılan, çekirge ve yaban balı
ve kimsesizler morgunda bir ceset gibi aşkları…
hayal kırıklıkları suyu çekilmiş kuyular kadar derin
ve düşleri
suda açan sesi karanfilin…
karıncayı incitmeyen kalın elleriyle proletarya…
bir lambanın isli şişesi, Şems’in en soluk vaktinde,
erkenden,
birbirine dolanıp çözülmeyen dumanlar gibi gövdeleriyle,
bordo renkte akan bir nehrin içinden geçerek,
duvarlarında kerpiçlerin ürperdiği,
evlere dağıldılar…
camları suskunun buğusuyla örtülü,
ırayan ve incelen uzağa,
vagonlar geçti yüreklerinden…
sahrası yağmursuz buruşuk bir yerdi
göğün yırtık yerinden
bulutlara bıraktılar sırlarını
ve aynı yerden yağmura karıştı düşleri
bütün eksikliklerin yerini dolduran bir iyilikle gülümsediler hayata…
dalgaya katılan ellerin, kasırgayı dinliyorsun;
gün doğuyor,
karanlığında rivayetlerin kaynadığı söylencelere aldırmadan…
yarasalar uçuyor sesinin biriktiği yere,
ellerin bir intiharın arifesinde öfkesini belli etmeyen su…
dünya sınırsız yalnızlıklar öğretti;
yalnız sen anlayabilirsin
nicedir
çocukların gözlerinden bakan ötekileri…
gözlerinin buğusundan utanıp geleceği parçalayan kuşku;
susuyordu köşede eskimiş zaman,
yutkunduğumuz korku ve çürüyen acun…
konuşuyordun ay yüzlü bir menekşeyle,
sonsuz boşluğa yeğledin sarsak umutları;
asalar Musalar ve
en derin uykuları sabırsız
mor halkaları kesen bıçak…
nurun perdelendiği çağları noktalayarak
kayıp gölgeler akşamlarına yürüyordun,
susuyordun,
susuyordu aşk…
Josef Kılçıksız
Ağustos 17, Finlandiya